TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DOĞRU - KISIM 1

19.Yüzyıl, dünyada tam bir çalkalanma yüzyılı idi. Yeni ideolojiler artık meydana çıkıyor, ulus devletler oluşuyor, dini mertebenin yanında yeni bir sınıf oluşuyordu. MİLLET! Fransız İhtilali sonrası gelişen burjuvazi ve milliyetçilik fikri ile çok uluslu imparatorluklar yıkılma çağına girmiş, milletler ise bilinçlenip devletlerini kurma yönünde ayaklanmalarla geçireceği yeni bir çağa girmişti. Milliyetçilik akımı ile Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun zaten zayıflamaya devam eden siyasi varlıkları, merkezi yönetimleri daha da zayıflamaya, sonrasında yıkılmaya doğru gidecektir. 19. Yüzyıl bir Milletler Çağı’dır. 

Avrupa Sömürgeciliğine giden yol ve Devleti kurtarma çabaları:

   Osmanlı Devletinin gerilemesinin iç nedenlerinin başında merkezdeki yönetici kadronun bozulması gelmektedir. Kamu hizmetlerini yönetenler devleti kendileriyle özdeşleştirmişler, ülkenin zenginliklerini kendi çıkar ve menfaatleri için kullanmışlardır. En küçük memuriyetten en büyüğüne kadar bütün mertebeler rüşvetle alınıp satılır hale gelmiş, liyakat en son bakılan bir şeyken körü körüne yapılanlara sadakat, sorgulamamak ve para temel nitelikler olmuştur. Bu durum askeri, mali, idari ve ilmi hizmetlerde güç ve çıkar odakları meydana getirmiştir.  Devletin imkanları yabancı tüccarlar ve menfaatçi gruplar tarafından sömürülmektedir. Bu bozulmanın sonuçları ortaya çıkmaya başlamış, İstanbul’da, Edirne’de, Rumeli ve Balkanlar’daki yeniçeri ayaklanmaları ile beraber Balkanlardaki etnik ayaklanmalar devletin gücünü, otoritesini başlı başına epey hırpalamıştır. Gerilemenin iç sebepleri yalnızca bununla bitmemektedir. Osmanlı’da hakim unsur olan Müslümanlar ve Türkler, Dünya fanidir. Dünya nimetleri de sahte ve aldatıcıdır. Bir lokma, bir hırka insanı öteki dünya saadetine götürmek için yeterlidir felsefesi Müslüman ve Türk tebaanın fakirleşmesine, dışarıya bağımlı olmasına yol açmış, böyle bir ortamda fırsatları daha da artan etnik azınlıklar gün geçtikçe zenginleşmiştir. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kuyumculukta, sanatta ve saire kazanç ve ilerleme getiren alanlarda Müslümanlardan ve Türklerden epey fazla yol katetmiştir. Zaten göçük olan ekonomi, iyice bitmiştir. Gümüş fiyatı düştükçe Türk ham maddeleri Avrupalı alıcılar için çok ucuz hale gelmiş diğer yandan yerli sermaya yıkılmaya yüz tutmuş, Avrupa mamulleri pazarları almaya devam etmiş ve karaborsacılık patlayıp gitmişti. Islahat hareketlerinin en önemlisi III. Selim devrindeki Nizam-ı Cedid hareketidir ve Batı örneğindeki ilk ciddi yenileşme teşebbüsüdür. 1789 yılında tahta çıkan III. Selim iyi niyetli ve ileri fikirli bir padişahtı. İlk önce mevcut asker ocaklarının düzenlenmesine çaba gösterilerek eğitim, öğretim zorunlu hale getirilmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın dışında Avrupa tarzında Nızam-ı Cedid ordusu kurulmuştur. İsveç, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden ustalar ve mühendisler getirilerek savaş teknik kurumları ıslah edilmiş, ordunun masraflarını karşılamak için de İrad-ı Cedid adı altında yeni bir fon oluşturulmuştur. 
Yenileşme hareketleri sadece bununlada kalmamıştır. 1808 Yılında tahta II. Mahmut’un geçmesiyle yeni düzen devrinin ikinci safhası açılmıştır. Bu dönemde devletin otoritesini sarsacak skandal bir anlaşma yapılmıştır Ayanlar ile. “Senedi İttifak” ile Ayanlar, Padişah’a bir nevi direnme hakkını kazanmış oluyordu. II. Mahmut, yönetimin başına geçtikten sonra artık yozlaşmış olan, rüşvetin, haracın, gaspın ve devlete en büyük zarar vermenin peşine takılmış olan Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak istemiştir. 17 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağı topa tutularak bu devrim hareketinin il ayağı atılmış olunuyordu. Yeniçeri Ocağı, ortadan kaldırılmıştı, bu olay Osmanlı tarihine Vak’a-ı Hayriye olarak geçmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen yeni bir ordunun kurulmasına başlanmıştır. 
Ardından bu orduyu idare edecek modern eğitim usulleri ile yetişmiş subaylar için Mekteb-i Harbiye kurulmuştur. İlk kez bir gazete kurulmuş, devlet idaresi için gerekli kanun ve talimatları hazırlamak üzere meclis ve komisyonlar kurulmuş, padişah, sadrazam ve şeyhülislamda toplanmış olan hükumet yetkilileri Batılı devletlerde olduğu gibi çeşitli bakanlarda paylaştırılmıştır. Modern anlamda ilk nüfus sayımı bu dönemde yapılmış, vilayetlerin başkente bağlılığını sağlamak için bir takım idari düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ülkenin her tarafına posta yolları yapılmış, postahaneler açılmıştır. II.Mahmut setre pantolonu zorunlu kıyafet yapmış, devlet dairelerine resmini astırmış, Avrupa hükümdarlarının yaptığı gibi doğum yıldönümünü kutlamayı gelenekselleştirmiştir. Bu dönemde Milli Eğitime büyük önem verilmiş, ilk öğrenim zorunlu hale getirilmiştir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine öğrenciler gönderilmiş, yüzlerce yıllık kurumlar ve kurallar yıkılarak, terk edilerek Batı modelleri esas alınmaya başlanmıştır. II. Mahmut’un devrinin geriliğine rağmen korkmadan ve yılmadan savaşmakla benimsediği modern duygu ve düşüncenin büyük ilerlemeler sağlamasını II.Mahmut devrinde yapılan bu hamleler özellikle Osmanlı aydınlarının zihinlerinde büyük kıpırdanmalar yaşatmıştır. Bu padişahın yetiştirdiği devlet adamları kurtuluş yolunun Osmanlı Devleti’nde büyük bir hukuki ıslahat olacağını düşünmüşlerdir. Nitekim Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı Tanzimat Fermanı bu amaç için ilan olunmuştur. Bu fermanın 3 Kasım 1839 tarihinde ilanı ile Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlamıştır. Gayrimüslimlerin, etnik azınlıkların mal, can ve ırz güvenlikleri devlet koruması altına alınmış ve tam bir güvenliğe kavuşturulmuştur. Ancak bu fermanın tek önemli noktası bu değildir. Tanzimat Fermanı ile dağılmakta olan İmparatorluğu kurtarma çabasında olan Tanzimatçılar,Türk milleti ve Müslüman unsurlar adına çok büyük bir fedakarlık yapmışlardır. Hakim unsur olmayı bırakmışlardır. Tanzimat Fermanı ile eşitlik, vatandaşlık gibi konular ele alınmış, hayata geçirilmiştir. Böylelikle devletin hakim unsuru olan Türkler ve Müslümanlar, onlardan aşağı olan gayrimüslim ve etnik azınlık tebaa ile eşit konuma gelmeyi kabul etmiştir. Bu aslında fedakarlık olmanın yanında Türk milleti için uzun vadede tam bir felaket olacaktır. 
Bu tür ilerlemeler II. Abdülhamit saltanatı ile uzun bir müddet donmuş, rafa kadlırılmıştır. II. Abdülhamit tahta geldikten sonra birçok aydını sürgün etmiş, Mebusan Meclisi’ni dağıtmış, Türk Modernliğinin babası, Türkiye’nin kurucu kadrosunda önemli izler bırakmış kıymetli devlet adamı Mithat Paşa’yı kendisine rakip görmüş ve Taif’te, Mithat Paşa’yı boğdurarak aslında Türk Milletini, Osmanlı modernliğini boğdurmuştur. Ancak Türk ilerlemesi yavalatılacak fakat asla engellenemeyecektir. Yusuf Akçuralar, Ziya Gökalpler, Mithatlar daima çıkacaktır bu milletin kadim ruhundan. Nitekim, 23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit, Meşrutiyeti tekrardan ikinci defa ilan etmek zorunda kalacaktır. II. Meşrutiyet döneminde genellikle İttihat ve Terakki ülke yönetiminde egemen olmuştur. Bu dönem İmparatorluğun milliyetçilikler ile, isyanlar, eşkiyalıklar ve hukuksuzlukların düzeltilmeye çalışılmasıyla çalkalanan bir dönemdir. İttihatçılar, devleti devam ettirmek için önemli girişimlerde bulunmuşlardır. Batı örneğine uygun parlamenter bir sistem kurmak istemişlerse de ülke de bu sistemi yürütecek sosyal, ekonomik ve kültürel yapının yetersizliği yüzünden başarısız olmuşlardır. Eğim etkinliklerine büyük önem verilmiş, eğitim kurumları ülkenin birçok yerinde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde kadın sosyal hayatta layık olduğu yeri alması içinde çalışmalar yapılmış, hareketler belirmiştir. Ayrıca Arap harflerinde yenilikler yapılmaya çalışılmış, Milli Kütüphane, Milli Filmcilik, Milli Coğrafya Cemiyetleri kurulmuştur. Her alanda milli bir siyaset izlemeye çalışan İttihatçılar, orduyu modernleştirmeye büyük önem vermişler, kapitülasyonların ülke ekonomisindeki ağırlıklarını kaldırmak istemişlerdir. Bu dönemde ilk başlarda Osmanlıcılık ilkesi devlet yönetiminde egemen olmuştur ancak devam eden yıllarda Balkan uluslarının isyanları, Ermeni ayaklanmaları ve Arapların ihaneti İttihat ve Terakki yönetimini, İttihatçıları Türk Milliyetçiliğine itmişlerdir. 

Osmanlı’da Milliyetçilik Akımının etkileri:

Barut Fıçısı bir kıta / Balkanlar :


Balkanlar, Rusların panslavizm politikasının, Avrupalıların milliyetçi ayaklanmalar ile Osmanlı’yı parçalamak için yapılan faaliyetlerle kaynamaktadır. Yunanlılar, Sırplar, Arnavutlar, Bulgarlar artık kendilerini bir millet olarak görmekte ve bağımsızlık için gizliden gizliye çalışmaktadırlar. Zamanı geldiğinde bu milletler peşi sıra Osmanlı’ya karşı ayaklanacaklar ve bağımsızlıklarını kazanacaklardır.Osmanlı Devleti 23.800.000 kişilik nüfusu ile 10,167,000 kişilik Balkan Devletlerine karşı üstün görünüyorsa da geniş bir coğrafyaya yayılmış devlet devamlı ayaklanmalar nedeni ile ancak 15,000,000’luk bir kitleden asker alabilmektedir. Balkanlar’da Osmanlı Devleti’nin toplam 450.000 kişilik asker mevcuduna karşılık Balkan orduları 510,000 kişilik bir yekuna ulaşmıştır. Osmanlı Devleti’ne karşı umulandan daha kısa sürede daha fazla başarıya ulaşan Balkan ulusları onun mirası üzerinde anlaşamamışlardır. Yunanistan ve Sırbistan, Bulgaristan’ın hakkından fazlasını alldığını düşünmüş ve bu seferde kendileri arasında bir kavgaya tutuşmuşlardır. Netice itibarı ile Osmanlı Devleti, tarihinin en büyük yenilgilerinden birine uğramıştır. Altı asırdır vatan edinilen Rumeli hemen tamamen terk edilmiştir. Adalar Denizi adaları kaybedilmiştir. Arnavutluk ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Devletin artık süratle yıkıma doğru gittiği sağır sultan tarafından duyulur hale gelmiştir. Bu durumu daha da fenalaştıran şey artık Müslümanlar ile Türklerin de yollarının ayrıldığını fark etmek olmuştur. Araplar ve saire müslüman halk kendi geleceklerini Türklerden ayrılarak çizmiştir. Bu durumda Türk aydınlarında ve milletinde derin izler açmış, Türk Milliyetçiliği -en son akıl edilerek (!) ele alınan milliyetçilik - güçlenmiştir.

Türk Milliyetçiliğine Doğru :


Kriz durumlarında birlik duygusu her zaman kendisini gösterir. Osmanlı İmparatorluğunun son yılları ardı ardına farklı şiddetlerde krizlere sahne olmuştur. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkması Milliyetçilik krizini doğurmuş, bu krizden Osmanlı kimliği altında bir birlik kurulmaya çalışılmış fakat başarısız olmuştur. İslamcılık politikası ise Arapların ihanetleri, müslüman tebaanın daha çok kendi menfaatleri üzerine hareket etmesiyle başarısızlığa uğramıştır. Geriye, Türk Milliyetçiliği kalmıştır. Bu iki politikanın çöküşü Türk Milliyetçiliğini güçlendirmiş, taraftarlarını arttırmak ile kalmayıp daha da körüklemiştir Türklük duygusunu. Balkan Savaşları bir dönüm noktasıdır. Hem Osmanlı İmparatorluğu için hem de Türk Milliyetçiliği için. Birinci Balkan Savaşı’nın hezimetle sonuçlanması ve bilhassa eski Osmanlı başkenti Edirne’nin düşman işgaline girmesi halkta büyük bir şaşkınlığa yol açmış ve hayal kırıklığı yaşatmıştır. Eski tebaa, yeni devlet Balkan uluslarının ayaklanmalarının oluşturduğu hayal kırıklığının yanı sıra Balkanlar’da kalan Türklere zulmetmeleri de bu uluslara karşı kin ve nefreti körüklemiş, bunun en önemli yansıması edebiyatta ve gazetelerde görülmüştür. Balkanlı toplumlar bağımsızlıklarını almalarına rağmen içlerindeki kin ve nefreti söndürememiş, topraklarında kalan Türklere yönelik soykırıma kadar varacak zulümlere girişmeye başlamışlardı. Nitekim, Balkanlar’dan İstanbul’a, Anadolu’ya akın akın Türk göçü gerçekleşmiş, Türk inanı, müslümanlar Balkanlardan sökülüp atılmaya başlandı. Bu ortam içerisinde iki sivri kalem görmekteyiz başlı başına. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki yönetimini, Mustafa Kemal’i etkileyen Türk sosyolog ve düşünürdür. Türk Milliyetçiliğinin babası olarak da bilinen Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğini sistemleştiren ilk isimdir. İttihat ve Terakki yönetimi Balkan hezimetlerinden sonra Osmanlıcılık politikasından kopmaya başlamış, yönünü Türk Milliyetçiliğine çevirmiştir. Ziya Gökalp, işte burada İttihat ve Terakki kadrosuna Türkçülüğün haritasını çizen, politikasını oluşturan bir isim olarak aksetmektedir. 
Osmanlı aydınları arasında ise Türk Milliyetçiliği ciddi anlamda dil tartışmaları ile başlayacaktır. 18600’lı yıllarda başlayan bu görüşler zaman ilerledikçe güdülen politikaların acı sonuçlarından da dersler çıkartarak iyice güçlenecek, mantığını oturtacak ve Türk milletinin kurtarılması için tarihi vazifesini ve vizyonunu gerçekleştirecektir. İlerleyen dönemin milliyetçi söyleminin en önemli amaçlarından olan Turan ülküsü, Balkan Savaşlarının yarattığı kayıplar ile derinleşen travma karşısında kitleler için sosyal psikolojik ve kayıpları telafi edici rol oynamıştır. Ancak bu ülkünün bazı belirsiz noktaları vardır. Tıpkı bir masal gibi. Turan düşüncesini işleyen Osmanlı aydınları Turan ülkesinden bahsetmektedir fakat bu ülkenin sınırları nerede başlar ve nerede biter, işte bu belli değildir. Buna mukabil milliyetçi düşüncede genel kabul şu yöndedir: “Dünya üzerindeki tüm Türkleri kapsayan topraklar Turan ülkesidir.” 
Gerçekte Turan fikri, 19. Yüzyılın sonlarında Macaristan’da ortaya çıkmıştır. Söz konusu dönemde Avrupa’da güç dengelerinin değişmesi sonucunda Avrupa-Macaristan İmparatorluğu güç kaybetmiş, yükselen pangermenizm ve panslavizm tehditleriyle yüzleşmiştir. Bu süreçte sırtlarını dayayacak bir tarih, bir milli kimlik arayan Macar milliyetçileri, biraz da Hristiyan Batı dünyasına güvenemediklerinden, Doğu’ya yönelmişlerdir. Macaristan’da 1910’da kurulan Turan Cemiyeti, çok geçmeden Osmanlı ve bilhassa Rusya’dan gelen Türk aydınları arasında da revaç bulmuş; bu hareketlerin etkisinde 1913 yılında Türk Ocakları kurulmuş, bu ocak Türk Milliyetçiliğini benimsemiştir. 
Gerek Osmanlı aydınları, gerekse Rusya’dan gelen Türkçü aydınlar Turancılığın en önemli yayıcısı, önderi ve fikrin doğup, gelişmesindeki kişilerdir.Bu aydınları Turancılığa sevk eden başlıca neden de Russophobia’dır. (Rus Korkusu) Orta Asya’yı sömürgeleştiren Rusların bölgeye yönelik Ruslaştırma politikaları, bu coğrafyadan gelen Türk aydınlar arasında bir milli menfaat meselesi yaratmıştır. 
Türkler arasında Turancılık fikrini benimseyen ilk kişi Hüseyinzade Ali’dir. 1892 yılında henüz tıbbıye öğrencisi iken kaleme aldığı ve 1904 yılında yayımlanmak üzere ‘Türk’ gazetesine gönderdiği şiirde yer alan: 

Sizlersiniz, ey kavm-i Macar bizlere ihvan 
Ecdadımızın müştereken menşei Turan...
Bir dindeyiz biz, hepimiz hak-perestan 
Mümkün mü ayursun bizi İncil ile Kur’an ?
Cengizleri titretti şu afak-ı ser-a-ser,
Timurları hükmetti şehen-şahlara yek-ser,
Fatihlerine geçti bütün kişver-i Kayser...

Dizeleri Türkler arasında Turancılığın dile getirildiği ilk edebi metindir. Osmanlı aydınları Cengiz, Timur gibi toplumsal hafızalarda derin yaralar açan isimlere mesafeli dururken, Oğuz Han’ı bir sembol olarak öne sürmekteydiler. Buna karşılık, Rusya’dan gelen aydınlardan bahsetmiştirk. İşte bu aydınların Turan referansı Cengiz Han’a dayanmaktaydı. 
Yusuf Akçura, 1912 yılında Tatarların, Türklüğün dışında bırakılmasına verdiği bir konferansta şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre Tatar, aslında ilmi, tarihi değil, askeri bir terimdir. Kafkasya’da yaşayanlar dışında Rusya Müslümanlarının hepsi Türk-Tatar neslindendir. Akçura’nın Pantürkizmi de ırka müstenit bir Türk-Tatar birliğidir. Yusuf Akçura, ayrıca Osmanlı Devleti’nde bütün Türklük fikrini siyasi zemine taşıyan ilk kişidir. Akçura; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin imparatorluk şartları için uygun olmadığını belirtmiş ve ırka dayalı bir Türk siyasi kimliği yaratmak gerektiğini ileri sürmüştür. Akçura’nın milliyetçiliği, dönemindeki aydınlardan ve kendisi gibi Türk milliyetçilerinden farklı olarak Laik bir temele kuruludur. 

Soğukkanlı bir düşünür olan Akçura’nın pragmatik Turancılığına karşılık, aşkın ve romantik Türk ülküsünü edebi ürünleri kitlelere yayan en önemli isim, mefkure yaratıcısı Ziya Gökalp’tir. Bu yüzden Turan fikrinin tarihi gelişimini Ziya Gökalp çizgisinde takip etmek daha faydalı olacaktır. 1911 yılında Genç Kalemler’de yayınlanan şiirinden şu iki dize Türk milliyetçiliğinin sloganı olmuş, dilden dile yayılmıştır: 

   “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;
    Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!"

Gökalp’in vatanında Turani kavim olarak anılan Macarlar, Moğollar ve Finler yer almaz. Turan sınırının dışında bırakılmalarının başlıca sebebi, farklı dinlere mensup olmalarıdır. Gökalp’e göre Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında Türklerin yardımına bu milletler değil, İslam milletleri koşmuştur. Gökalp için Turan, artık dini ve dili bir Türklerin yaşadığı topraklar ile tarihi mekanlardır. 


Yorumlar

Popüler Yayınlar